oilbay54

Durum: 86 - 0 - 0 - 0 - 26.09.2008 15:46

Puan: 749 -

18 yıl önce kayıt oldu. 2.Nesil Yazar.

Henüz bio girmemiş.
  • /
  • 5

zibil

zibil "çöp" demektir. öztürkçe bir sözcüktür. bu sözcüğü azerbeycan televizyonundan bile duymuşluğum vardır. zibillik de çöplük anlamına gelir. hayvan dışkısına, özellikle de sığır dışkısına adana'da zibil denildiğini duymuştum. "zibil"in "çok fazla" anlamına kullanılışı sanırım sebil sözcüğünün değişiminden ötürüdür.

naylon araba

naylon arabalar en az yirmi antep kadınının oturabileceği tahtadan dümdüz bir kasa, arka tekerlekleri diferansiyelli (evet aynen otomobillerdeki gibi) bir arabaydı. ön tekerlekler sürücünün bağlı olduğu yerin altındaki iç içe geçmiş demir iki çembere bağlı olurdu. sürekli yağlanan bu çemberler sayesinde araba virajları rahatlıkla dönebilirdi.
tekerlekle şambriyelli tip otomobil lastiğiydi. bu lastikler nedeniyle de araba naylon araba adını almıştı.
sahreyi pek bir seven antep halkı sahreye gitmek için bu arabaları kullanırdı çoğunlukla. dört beş evin horantası arabanın sırtına doluşur kavaklığa giderlerdi. araba tıklım tıklım olunca at zorlanırdı, ki bu da "bir at bu kadar eşşeği nasıl çeksin yoorum" sorunsalını ortaya çıkarırdı.

antepteki dolmuş hatları

başlık değişmiş ama ilk haliyle de anlatılacak şeyler vardı.
antep?te başlangıçta iki dolmuş hattı vardı. ıkisi de belediye otobüsleriyle aynı güzergahı izlerdi. biri şehreküstü?den başlar fidanlıkta biter, diğeri saçaklı mahallesinin eteklerindeki yeni halden başlar, başkarakol?da, ya da lise önünde sona ererdi. biri daha yeni model olan ama iki modeli de o gün için bile çok eski sayılan skoda marka station vagon arabalar çoğunluktaydı. aynı araçları daha sonra ankara?da da görünce yadırgamamıştım. ama ankara?da ikisi sürücü yanına olmak üzere yedi kişi alınırken antep?te bu sayı bir eksiğiyle altıydı. şoför mahalli tek kişiydi.
skoda marka araçların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. bu araçların yanı sıra artık fabrikası bile yok olmuş, iyi durumda olanlarına uluslar arası antik araba biriktiricilerinin bir dünya para verdiği otomobiller de vardı dolmuş yapılan. ıkisinin markası warszava (varşova) idi. çok uzun yıllar sonra bu otoların ikinci dünya savaşı öncesinde polonya?da yapıldığını öğrendim. bir de en yeni oto olarak, kurtuluş ılkokulu başöğretmeni mecit ateş?in kullandığına benzer (yeşil beyaz bir otoydu bu) opel kapitan model araba vardı. tabi daha eskiydi. bunu da araştırdım. 1951 veya 52 model olduğunu tahmin ediyorum.
bu dolmuşların büyük çoğunluğu, şehreküstü fidanlık hattında çalışırlardı ve daha sonra ankara?da dikimevi ? kızılay ? bahçeli hattında çalışan dolmuşların kızılay?da mutlaka durması gibi karagöz?de durak yaparlardı.
bu taksi dolmuşlar çok çok eskiydi muhtemelen bünyelerinde kamyon parçası bile barındırıyorlardı. yeni bir aracın olağanüstü pahalı olduğu bir dönemde bu normaldi diye düşünüyorum. 1965 yılında 1964 model bir volkswagen kaplumbağanın yüz bin bir mercedesin üç yüz bin liranın üstünde olduğunu hatırlatayım. bu paraların birincisiyle bir apatman dairesi, ikincisiyle o zamanların en gözde semti kolej tepede bir villa alınabilmekteydi.
saçaklı mahallesindeki yeni hal önünden kalkan dolmuşlar ise tam bir alemdi. halden mal alan esnafın malını taşıyan at arabaları (naylon arabalar) boş kalan yerlere de yolcu alırlardı. bu her zaman olmazdı. esas dolmuşlar bugün ülkemizde çok az görülen triportörlerdi. evet? otomobilin çok pahalı olmasına karşılık bu triportörler antep halkının çok sevdiği motosiklet fiyatınaydı. tek marka motoguzzi?ydi. bu markanın hala triportör ürettiğini duyunca şaşırmayın. dolmuş olarak kullanılışı şöyleydi: kasaya karşılıklı olarak iki sıra çakılmıştı. bu sıralara üçer kişi otururdu. yedinci kişi sırtı sürücü bölümüne denk gelecek şekilde küçük bir kürsüye oturur, yükler de ortadaki boşluğa istif edilirdi. bu bölümün üstü bir brandayla kaplıydı. elinde yük olmayan veya hatırlı müşteri de sürücünün yanına otururdu. sürücü önce paraları tahsil eder sonra yola koyulurdu.
benim hayal meyal anımsadığım bir diğer toplu taşım aracı da faytonlardı. şimdi örneklerini ancak turistik beldelerde gördüğünüz faytonlardan bir ara antep?te çokça varmış. ben bir kez bindiğimi hatırlıyorum. bunu anneme sordum, doğruladı, ancak o da ayrıntı veremedi. ama antepli hemşerilerim şehirlerinde bir zamanlar faytonla da dolaşıldığını bilsin diye buraya almak istedim.

arif güzel

çocukluğumun kitapçısı. maarifteki güllüoğlu baklavacısından ileri akyol'a doğru yürürken elli metre kadar ilerdeydi. altmışlı yılların başında bile çok yaşlıydı. ya da bana öyle geliyordu. kitap dışında kırtasiye malzemesi de satardı ama esas işi kitapçılıktı. altmışlı yılların ortasına kadar da antep'in tek kitapçısıydı. (okul kitaplarından söz etmiyorum). jules verne'nin tüm külliyatını önce iyigün yayınlarından, sonra isteğim üzerine rafet zaimler yayınevinden getirdiğinde arif amcadan satın almıştım. sadece çocuk kitapları değil, dünya edebiyatının saygın kitaplarını da getirir satardı. kitaplığımda arif amcadan alınmış onlarca kitap hala durmakta.
çoktan toprağa karışmıştır arif amcamız. antep'e en son geldiğimde aklıma düştü, dükkanına baktım. belki oğullarından, torunlarından biri işi sürdürüyordur diye. dönerci olmuştu.

uşak

uşak sözcüğü de öz be öz türkçe olup çocuk anlamına gelir. ne zaman yardımcı, yamak, hizmetli anlamını almış bunu da ayrı merak ediyorum doğrusu?
(karadenizliler "havuşum= ha uşağım" derken de "evet yavrucuğum" anlamına kullanırlar)

anakdar

bu sözcüğün eski yunancadan dilimize geçtiğini, orijinal halinin de "anokder" olduğunu biliyor musunuz :))

4 organize sanayi bölgesinde çıkan yangın

televizyondan izledim. önce ekmeğini oradan kazanan çalışanlarına, sonra mal sahiplerine en son olarak da antep halkına büyük geçmiş olsun...

aşşıg atma

"aşık" benim çocukluğumda bile (1960'lı yıllar) oynanmayan, modası geçmiş bir oyundu. babamın anlattığına göre, 1940'lı yıllar süresince, (muhtemelen daha öncesinde de) oynanırmış. bazen aşığın içine kurşun da doldurulurmuş. aşşık'ı sadece çocuklar değil, tam tersine büyükler de oynarmış. tabi büyükler oynayınca (burada büyükle yirmi otuz yaş arası kastediliyor herhalde) araya para girer, oyun kumara dönermiş. hem de o zaman için büyük sayılacak paralarla oynanırmış kumar.
ek olarak babamdan dinlediğim, nereye entri olarak gireceğimi bilmediğim için buraya yazmaya karar verdiğim bir öykü de şu: bu aşık oynayan adamlar çağında bir eğlence de mahalleler arası taş kavgalarıymış. bir mahallenin delikanlıları (aşık oynayanlar) ceplerine taş doldurur, daha önceden anlaştıkları bir başka mahalleye gidip birbirlerini taşlarlarmış. sonunda herkesin yaralandığı bu taşlaşmanın bir kaç gün sonra rövanşı olurmuş. koca adamların uğraştığı işe bakın demeden önce, işi gücü olmayan bir kitlenin enerjisini boşaltma yöntemi olarak görmek gerek bu tür oyun(!)ları...

başkarakol

antep lisesinin bulunduğu bölge. ınönü caddesinden batıya yürüyüp ordu caddesine varınca tam sol köşedeki polis karakolu. bir zamanlar antep'in en büyük polis karakoluydu.

antepteki belediye otobusleri


antep belediyesince çalıştırılan otobüslerin üzerinde ?esob? yazardı. (şimdi de öyle mi bilmem) elektrik, su, otobüs, belediye sözcüklerinin baş harflerinden oluşan bu kısaltma, halk arasında ?eşekler sırayla otobüse binin? cümlesinin baş harfleri olarak bilinirdi(!). bu açıklamanın(!) da ayşe(?) güllü adlı meşhur ıngilizce öğretmenine ait olduğu söylenir.
benim kullandığım iki hat vardı. birisi şehreküstü?den başlar son durak fidanlık?tan dönerdi. diğeri hattın başlangıç noktasını bilmiyorum, ınönü caddesi üzerinden giderek başkarakol?dan geri dönerdi. (başkarakol ?)
tabi karşıyaka?ya giden bir hat daha olması gerekiyor, ama sanıyorum dört hat toplam hat sayısıydı.
otobüslere gelince?
otobüslerin dışı açık krem rengiydi. camların altıdan başlayarak tüm otobüsü saran, on santim kadar eninde şık bir mavi şerit bulunurdu. tüm otobüslerin oldukça temiz ve bakımlı olduğunu söyleyeyim. şehri temizlemeyen bir belediyenin otobüsleri temiz tutması ilginçtir.
(bir not vereyim antep?in pisliğine, yarın urfa?ya gidin, şehri bir turlayın, işte kırk elli yıl öncesi antep öyleydi)
en eski otobüs mercedes marka bir otobüstü. uzun burunlu, burnun ucu geniş açılı bir üçgen kafesle kaplı, sanırım ikinci dünya savaşı öncesinden kalma. otobüsün marş motoru yoktu. burunda bulunan bir delikten içeri sokulan bir milinin (krank mili) elle döndürülmesiyle çalışıyordu. bu otobüs 60?lı yılların ortalarında servisten kaldırıldı. o güne kadar da temizliğinden, bakımından en ufak bir şey kaybetmemişti. antep belediyesinin bu otobüsü bir müzeye kaldırmış olmasını dilerdim. ama eloğlunun batmış denizaltıyı çıkartıp müze yaptığı dünyamızda bizim öyle geleneklerimiz ne yazık yok.
diğer otobüsler de mercedes markaydı, çok daha yeniydiler. burunsuz arabalardı. normal marş motoruyla çalışırlardı. sürücü, kontağı çevirir, sonra ön panelin solunda bulunan kırmızı renkli bir düğmeye basarak arabayı çalıştırırdı. bu otobüsler ben antep?ten ayrıldığımda hala servisteydi.
bir de, tek bir tane olmak üzere uzun, neredeyse şimdinin körüklü otobüsleri kadar uzun, kırmızı bir otobüs gelmişti 1965 veya 66?da. şimdi bu otobüsün körüklü olması gerektiğini düşünüyorum. öyleyse türkiye?de bir ilktir.
otobüs ücretleri öğrenci asker on beş kuruş, sivil yirmi beş kuruştu. daha önceleri biletçi otobüste dolaşarak bilet satarmış. ben bu biletçileri hayal meyal hatırlıyorum. sonra biletçiler kaldırıldı, yerine otobüsün ön tarafına konulan kumbaraya para atma geldi. biletçilerin kaldırılma hikayesi de şu: bazı biletçiler kendi adlarına maraş?ta bilet bastırıyorlar. sonra da ne olduysa almıyorlar. matbaacı da antep belediyesine neden biletleri almadıklarını soruyor. sahtekarlık ortaya çıkınca da bilet sistemi tümden kalkıyor. kumbaraya para atma sisteminin de ülkemizde ilk olduğunu hatırlatayım.




(bkz: başkarakol)

yeni gelen kisiye herkesin tek tek mahraba demesi

merhaba, aslen arapça bir sözcüktür ve "ferahlıkla" anlamına gelir. türkçede kullanılırken ise "rahat ol" anlamına gelmektedir.
selamlama ritüeli aynen şöyleydi bir zamanlar:
örnek olarak bir dükkana girdiniz, üç kişisiniz. girenler, konumu ve sosyal statüsü ne olursa olsun tek tek "selamün aleyküm" diye dükkan içindekileri selamlarlardı. dükkan sahibi en başta olmak üzere tüm içeride bulunanlar da "aleyküm selam" diye cevap verirlerdi. bu hala değişmemiştir sanıyorum. sonra konuklara oturması için sandalye, kürsü, tabure bir şeyler verilir, çırak çay almaya gönderilirken önce dükkan sahibi her konuğa ayrı ayrı merhaba derdi. konuk da merhabayla cevap verirdi. sonra tüm içerdekiler ile yeni gelmişler arasında teker teker merhabalaşma başlardı.
bu merhabalaşma törenin bir benzerini başka hiçbir yerde görmediğimi söyleyeyim. diğer entrileri okuyunca da şimdi antep'te de cenaze evlerine kadar gerilediğini görüyorum.
aslında son derecede mantıklı bir selamlaşma. "selamün aleyküm" -barış üstünüzde olsun- anlamındadır. aynı şekilde "aleyküm selam" da -barış sizin de üstünüzde olsun- demektir. dikkat edilecek olursa "iyi geceler" denildiğinde yasak savmak olarak "sana da" deyişimiz gibi yapmıyor. "sana da iyi geceler" diyor.
barış içinde geldik, ama ya yalan söylediysek, ya da karşı taraf yalan söylediyse. hayır, yalan söylemedim, gerçekten barış içindeyim, " g e n i ş o l" deniliyor hem de herkes herkese ve tek tek.
bundan daha güzel bir selamlaşma tasavvur edebiliyor musunuz?


somur bitmez

1980'li -90'lı yıllardaki gibi 1960'lı yıllarda da sadece akyol ılkokulu'nun önünde satılan, istanbulluların "macun" dedikleri bir şekerleme türüydü.
adı zamanla kısalmış olmalı, benim çocukluğumda "somur somur bitmez"di.
galvanizli sacdan yapılmış derince bir tepsi içinde satılırdı. tepsiyi tanımlayayım: üstten bakıldığında bir daire ve tam merkezde küçük bir daire bölme daha. sonra uzatılsa dairenin merkezinde birleşecek sac bölmelerle ana daire sekiz (havuç dilimi) parçaya bölünmüş. her havuç diliminde farklı renkte bir macun olurdu. sarı, kırmızı, yeşil. tam orta bölme ise "ekistraydı". oradan istediğinizde aynı parayla daha aza yetinmek durumundaydınız. buna pazarlama yöntemi deniliyor. buradaki macun çok göz alıcı bir mor olurdu. leylak rengi, şimdinin magentası gibi.
macunun sarıldığı kemik renkli tahta çubuklar satıcı amminin önlüğünün cebinde dururdu ve muhtemelen çok "anti-hijyen"di. macunun temizliğinden, içinde kullanılan boyanın niteliğinden hiç söz etmiyorum bile. ama bu macundan yemiş ve elli yaşının üstüne çıkmış, hiçbir sağlık sorunu olmayan üç kişiyi çok yakınen tanıyorum(ben, ablam ve kardeşim).
yememiş olmak kayıp değil tabi. anlatacak bir eksik hikayeniz olur.

para haslamak

para harcamak. harç sözcüğündeki söylemesi zor "rç" veya "rc"harf öbekleri değişmiş, ş ($) olmuş.
para ha$lamak gibi "harçlık" da "ha$lık" olmuştur.
öte yandan tek başına "harç" sözcüğü nasıl nasıl söylenir, bilmiyorum. ("bana 200 lira harç parası lazım" cümlesindeki gibi)

bahdeniz

sormamız gereken soru, "maydanoz" sözcüğü mü, "bahdeniz" sözcüğü mü daha fazla evrime uğramıştır sorusudur. maydanoz sözcüğü "makedonesi" "makedonya otu" anlamına bir yunanca sözcükten türemiş. arapça'ya geçerken bu sözcük "makdanus" halini alıyor. oradan da "b=)m" değişimiyle antepçeye geçiyor. görüldüğü gibi, bahdeniz, asıl sözcüğe daha uygun.

pirpirim

kavaklık'a gidilir. garson yanınıza gelir, mezeleri söyler. mezeler arasında pirpirim piyazı olduğunu da duyar, hemen istersiniz. ayrıca döner yanınızdaki samsunlu'ya da yer misin diye sorarsınız. pirpirimin ne olduğunu bilmediği için hayır, bilmediğim şeyleri yemem der. semizotu diye açıklarsınız. gene yemem der. birazdan garson piyazı getirir. samsunlu'ya bir tatsaydın denilir. seni kırmamak için bir çatal alır. bu çataldan sonra garsona bir de kendiniz için pirpirim piyazı söylersiniz.

antep

fransız yazar pierre loti, yirminci yüzyılın başlarında türkiye'ye (o zaman osmanlı) gelişlerinin birinde anadolu'yu da gezer. dönüşünde de şunu yazar bu arkadaş. türkiye'de iki tane şehir(kent) var: biri ıstanbul, diğeri antep.
neden böyle söylüyorsunuz diye soranlara da verdiği cevap ilginçtir. sadece bu iki şehirde gece hayat var.
tabi bu sözlerin söylenişinin üzerinden bir asır geçti, çok şey değişti ama, örneğin kırk yıldır yaşadığım kent olan ankara hala böyle.
karşılaştırma yapayım. ankara'nın merkezi kızılay'dır. bu yazının yazıldığı tarihte akşam saat onda kızılay'da in cin top oynar. geçen yıl bu mevsim antep'teydim. antep'in merkezi maarif ise cıvıl cıvıldı.

döğün

türk değil kürt kadınlar yaptırırdı. sanıyorum köylük yerlerdeki kürt kadınlar hala yaptırıyor.

kel ferit

kel ferit, aslen ıstanbullu'dur. ne olduysa, neye kızdıysa, kime küstüyse ıstanbul'dan ayrılmış, bir daha da ıstanbul'a dönmemiştir. baba oğul iki, iki buçuk kuşak insanın öğretmeni olmuştur. müzik öğretmenidir. bana da özel keman öğretmenliği yapmıştır. çok iyi keman çalardı. öğretmenim olduğu keman çalışını çok yakından dinlediğim için rahatlıkla söyleyebiliyorum bunu. şansı yaver gitmediğinden, elinden tutan olmadığından sadece anteplinin ve anteplilerin anılarında yaşamaktadır.
yukarıdaki son cümlemi çok büyük bir rahatlıkla söyledim. dünyaca ünlü kemancımız suna kan antep'e konser için geldiğinde kel ferit'le birlikte "temrin" (idman) yapmışlardı. ben de dinlemiştim. ferit bey suna kan'dan önde değilse bile öyle bir adımdan daha geri değildi.

seyyar mesrubatcilar

bir zamanların yazlarının vazgeçilmez seyyar satıcılarıydı bunlar. hemen hiçbir evde buzdolabı yok, olsa bile gazlı içecek öyle he denilince bulunan bir şey değil, bir de meyan şerbeti yapmak herkesin harcı değil. seyyar satıcı denilince arabalı falan bir şey anlaşılmasın, bunlar meşrubatı sırtlarında taşırlardı. parlak sarı metalle kaplı büyük bir termostu sırtlarında taşıdıkları. antepçe falan bir adı da vardır belki bunun. ıbrikten satıcının sol kolunun altına doğru bir boru çıkar, borunun ucunda da bir musluk olurdu. hepsinde olmamakla beraber bu musluğun yanında ikinci bir musluk daha olurdu. bu musluk daha küçük ve su dolu depoya bağlı olurdu. bardak çalkalanacak ya. satıcının kemeri galvanizli sacdan yapılmış üç bardak alacak bir fişeklikti. birisi şerbet içeceği zaman bardak buradan alınır suyla çalkalanır, şerbet musluğunun önünde yukarı aşağı hareket ettirilerek köpüklü şerbetin bardağa dolması sağlanırdı. müşteri şerbeti içtikten sonra bardak dibi yere dökülür bir kez daha çalkalanır ve bardaklıktaki yerine konulurdu. hijyen aramayacaktınız.
satıcı bağırırdı : on beş, on beş, iki bardaa yimbeş diye.
çok soğuk olduğundan, gerçekten çok soğuk olduğundan ikinci bardağı içmek her babayiğidin harcı değildi.
bir not ekleyeyim, meyan şerbeti, kolalı içeceklerin de esasıdır. ıçimi biraz ağır olmasına rağmen, hiçbir kolalı içecek meyan şerbetinin sağladığı uzun erimli serinliği vermez.

yogurt yaparken sap kullanmak

bilindiği gibi yoğurt yaparken süt kaynatılır, soğutulur, ılıkken içine bir kaç kaşık yoğurt (veya yoğurt mayası) konularak mayalanır. mayalanan süt bir günden artık bir sürede yoğurt haline gelir. iki gün beklenirse de o yoğurdun dadından yinmez. zahmetli iştir. bu nedenle bazı uyanık köylüler sütü çömçeye koyar, dinlendikten sonra sütü yoğurda benzeyecek şekilde kesen şap koyar, sonra vita yağı ile sütü iyice karıştırıp bir nevi kaymak elde edip bununla çömçenin ağzını kapatırlardı. bu şekilde hazırlanmış yoğurtun(!) foyası satın alınıp eve gelinceye kadar ortaya çıkmazdı. eh, o zamanlar mal iadesi de yoktu.
  • /
  • 5
Henüz hiç başlık açmamış.
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 86

kırkayak kahvesi

bu kahvehane, yukarıda verdiğim yazıda anılan antep lisesi müdürü şerafettin mertoğlu'nun tabiriyle "kırkayak müessesesi"ydi. bir diğer işlevi de karnesinde kırık not olan öğrenciler, bu müesseseden 1 ira karşılığında, mührü imzaları tamam kırıksız karne götürürlerdi evlerine. böylece sömestr sonunda yenecek olan dayak bir sömestr ertelenmiş olurdu.

kırkayak kahvesi

kırkayak kahvesi için bülent ağcabay'ın kitabından bir alıntı vermek istiyorum:
sevdalanmayı orada öğrenmiştik.
ılk tütünü de,
şarabın buruk tadını da,
nazım?ı da...
adam gibi oturup,
adam gibi söyleşmeyi,
meclisin ne olup,
ne olmadığını,
anlamıştık orada...

bir döneme damgasını vurmuş bir kuşağın, neredeyse oturmaktan çok ?yatıp kalktığı? bir mekan olan ?kırkayak kahvesi? yıkılıncaya kadar, belki çoğumuz için kentin diğer kahvehaneleri gibi sıradan bir yerdi.
zamanla, ünlü bir nargilesi, okkalı bir kahvesi, demli bir çayı için gelinecek bir yer olmaktan çıktıysa, sessiz sedasız her eskiyen, değerini kaybeden şey gibi, yok olup gitmeye de mahkum oldu... bir zaman sonra adı bile unutulacak, zihinlerden bile silinip gidecek... doğaldır da bu... nice kahveler yapıldı... nice kahveler yıkıldı !..
1960-70 yıllarında ilk gençliğini yaşayanlar için farklı bir yeri vardı bu kahvenin... bazen bir kütüphane, derssiz, zilsiz, öğretmensiz ikinci bir okul; bazen bir eğlence yeri, bazen de, acısıyla tatlısıyla anıların saklandığı yerdi...
kitabımda bu kuşağın birlikteliklerini, herkesin birazda birbiri için yaşadığını, çocukluktan gençliğe geçişteki saf ve gizemli duygularını, sevgilinin haberinin bile olmadığı platonik aşklarını, heyecanlarını, esprilerini, kazanım ve kayıplarını, kentin insancıl yüce töreleri ile ortamın tüm sıcaklığı ile bulup, o güzel dünü koklayacağınız umudundayım...
bu kitap, bir kahveyi, bir mekanı anlatmaktan çok, ?bir dönemin, bir kuşağın anlatımı ve bu da bir anlatımdan daha çok onları yaşamaktır.?
?68?liler? le ilgili çok şey konuşuldu, yazıldı... ama onların kimlikleri, kim oldukları, yorumların da ötesinde birebir yaşadıkları ve yaşattıkları da olsa gerek. onlar çileli bir kuşağın ?çile tarlası? olmuş, ama çilelerini, yokluklarını, acılarını gülerek, güldürerek gizlemiş; solcusuyla, sağcısıyla, devrimcisiyle, ülkücüsüyle çile tarlalarında ?umut çiçekleri? ni açtırmış, umut tarlalarına dönüştürmüşlerdir.
her eskiyen şey yerini yenisine bırakacak, ancak geride anılar kalacaktır... yıkılan, gaziantep?in bir dönemine damgasını vuran yapı idi. ancak, kırkayak başarılara hazırladığı zeminle ve anılarıyla yaşayacaktır...
kırkayak kahvesi kitabı, dönemi yaşayan müdavimlerin anlatımlarıyla oluştu. kahvenin renkli simalarından ercüment asaf yanıç kahvenin yıkılmasından sonra yaptığım röportajda anlattıkları beni oldukça etkilemişti. yanıç o yıllarda kahvenin yıkılmasıyla birlikte anılar yumağına gömülmüştü.
?..toprağı hayyam?ın da cem?in de kabirlerinden çok şarapla yıkanmış kırkayak?ta yok... abdi de yok... boyacı ökkeş?te... ali ıhsan hoca da, kara memik?de, kokulu zerdaliler de yok artık... gece bekçisi kemal, erik yemeye gelmeyecek artık gece yarısından sonra... şarapçı semih?te kayıp, semih?in takımı da... abdi?nin tahta dükkan darabaları hangi zemheri de, hangi mekanı ısıttı, yakılırken kimbilir...
şabanların zeki ağa?nın haphap tıkırtıları, müebbetlik dayı?nın sabah namazı dönüşü salavat mırıltıları kalmamış kırkayak sabahlarında...
çavuş ağa taze dem tutmuyor artık... ne uzun oğlan gözüküyor ortalarda, ne amerikan ökkeş, ne dayı hüseyin, ne de paşa... parasız, pulsuz şarap mezesi olabilecek ne turp var, nede turp tarlaları kalmış arka taraftaki bostanda.?
kırkayak kahvesi?nin unutulmaz tipleri ve sürekli müdavimleri vardı. bunlardan, macat hüseyin, kahvede en çok oturan ve oyun seyreden kişiydi. yağmurlu günlerde kahve kalabalık olurdu. böyle bir günde şemsiyeyle dışarıda bekleyip oturacak saatlerce yer beklemişti.
macat kahveden ayrılmayıp eve gitmediği için annesi ona dolma, simit aşı veya mercimekli aş getirirdi. kadıncağız oğlunun ?rızgının? kahveden kesilmesi için su afsunlatıp, kahvenin ortasına dökmüştü.
kırkayak kahvesi?nde oturan her kesin bir lakabı vardır. müdavimler aradan kırk yıl geçmesine rağmen halen lakaplarıyla sesleniyor. ısterseniz kahvenin renkli tiplerinden süleyman hortoğlu?nun lakabını kendi anlatımıyla sizlere anlatayım.
?..gaziantep lisesi yıllarımda öğretmenimiz bize fiziki ve ruhsal yapımızı anlatan biyografyamızı yazmamızı istemişti. bende aynada şöyle kendime alıcı bir gözle baktım ve kendimi o yıllarda cinganlara benzetmiştim. hani cinganlar güneşte çok dolaştıkları için esmerin bir kaç ton daha koyusu olurlar ya, ben de biraz esmer olduğum için kendimi cinganlara benzettim ve yazımın başlığını ?cingan sülo? koymuştum. benim yazım öğretmenimizin dikkatini çekmiş ve daha sonra okumamı istemişti. sesli olarak sınıfta cingan sülo?nun fiziki ve ruhsal yapısını okudum. o günden sonra arkadaşlarım bana süleyman değil, ?cingan sülo? demişlerdi.
kitabımda dönemin sosyal ve kültürel yapısını anlatmaya çalıştım. o yıllarda yaşanan olaylar ve kırkayak gençliğinin olaylara yaklaşımı dönemi yaşayanların ağzından anlatmakla farklı bir boyut kazandı. kahvenin müdavimlerinden samet bayrak o yılları anlatırken, türkiye?de ilk boykotu şöyle anlatıyor:
?..1967 yılı?nda çok büyük bir kar yağdı. o yıllarda belediye otobüsleri dahi sefer yapamaz olmuştu. hatta evlerimizden sokağa çıkmak için tünel kazmıştık. yürüyerek gaziantep lisesi?ne geldik ve kaloriferlerin yanmadığını gördük. müdürümüz şerafettin mertoğlu idi. okul müdürümüz her türlü şartlarda eğitimin devam edeceğini ifade eden bir konuşma yapmıştı. ama hava gerçekten soğuk ve çoğumuzun paltosu yoktu. ıyi koşullarda eğitim yapılması ve kaloriferlerin biran önce tamir edilip, ondan sonra eğitime devam edilmesi için türkiye?de liseler arasında boykot ilk defa gaziantep lisesi?nde yapıldı. eylemimin sonuç verdi ve bir süre sonra kaloriferler yapıldı ve eğitime devam edildi.?
dönemin gençliği hakkını arıyor, okuyor, sanata ve kültüre kentin imkanları ölçüsünde katılıyordu.
kırkayak kahvesi?nin yıkılması kahvenin müdavimlerini derinden etkilemişti. müdavimlerden yaşar bal, kahvenin yıkılmasından sonra, ?..prag?da nazım hikmet?in oturup, mektup yazdığı, kahve içtiği yer, fransa?da leydi diana?nın kaza geçirdiği tünel, rus çarı deli petro?nun çek cumhuriyeti?nde kaldığı dükkan kente gelen turistlere seyahat acenteleri tarafından belli bir bedel karşılığı gezdiriliyor. bu alanlar aynı zamanda ülkenin turizm girdisine büyük katkı sağlıyor.
türkiye?de değil, dünyada bir kahvehane düşünün ki, müdavimleri kentin ve ülkenin hizmetine bu kadar büyük katkı sağlasın. farklı bir kültür, farklı bir anlayışla işletilen bu mekan aradan geçen 40 yıl sonra dershane ya da etüt merkezleriyle yapılmak istenileni uzun yıllar önce gerçekleştirdi. kırkayak kahvesi müdavimleri olarak, minyatür, birkaç metrekare alan içerisine kırkayak kahvesi?nin yaptırılmasını istiyoruz. kente, sosyal ve kültürel alanda katkı vermesi gereken belediyenin, bir dönem gençliğinin yaşamında çok büyük etkisi olan bu mekanı tekrar canlandırması gerekir diye düşünüyoruz.?
tüm çalışmalarımda bana her düzeyde destek vererek en önemlisi, suyun kaynağına inerek o kuşağın tarafımca anlaşılmasını sağlayan, anılarıyla, anlatılarıyla, yazılarıyla çalışmanın kitaplaşmasını sağlayan hiç kuşkusuz ?tüm kırkayaklılar? dır.
kitabın önsözünü hazırlayan yargıtay onursal başkanı mehmet uygun?a, gazeteci yazar ülkü tamer?e, devlet sanatçısı dilek türker?e, gazeteci yazar tamer abuşoğlu ile kitabın son sözünü söyleyen siyaset bilimci-yazar, prof. dr. toktamış ateş?e ve şükran borçluyum.
kitabın önsözünü yargıtay onursal başkanı mehmet uygun yazdı.
kitabın son sözünü 68?li kuşağın unutulmaz örgütlenmelerinden fkf (fikir kulüpleri federasyonu)?nin önde gelen ve önder ismi prof. dr. toktamış ateş söyledi.

antepteki dolmuş hatları

başlık değişmiş ama ilk haliyle de anlatılacak şeyler vardı.
antep?te başlangıçta iki dolmuş hattı vardı. ıkisi de belediye otobüsleriyle aynı güzergahı izlerdi. biri şehreküstü?den başlar fidanlıkta biter, diğeri saçaklı mahallesinin eteklerindeki yeni halden başlar, başkarakol?da, ya da lise önünde sona ererdi. biri daha yeni model olan ama iki modeli de o gün için bile çok eski sayılan skoda marka station vagon arabalar çoğunluktaydı. aynı araçları daha sonra ankara?da da görünce yadırgamamıştım. ama ankara?da ikisi sürücü yanına olmak üzere yedi kişi alınırken antep?te bu sayı bir eksiğiyle altıydı. şoför mahalli tek kişiydi.
skoda marka araçların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. bu araçların yanı sıra artık fabrikası bile yok olmuş, iyi durumda olanlarına uluslar arası antik araba biriktiricilerinin bir dünya para verdiği otomobiller de vardı dolmuş yapılan. ıkisinin markası warszava (varşova) idi. çok uzun yıllar sonra bu otoların ikinci dünya savaşı öncesinde polonya?da yapıldığını öğrendim. bir de en yeni oto olarak, kurtuluş ılkokulu başöğretmeni mecit ateş?in kullandığına benzer (yeşil beyaz bir otoydu bu) opel kapitan model araba vardı. tabi daha eskiydi. bunu da araştırdım. 1951 veya 52 model olduğunu tahmin ediyorum.
bu dolmuşların büyük çoğunluğu, şehreküstü fidanlık hattında çalışırlardı ve daha sonra ankara?da dikimevi ? kızılay ? bahçeli hattında çalışan dolmuşların kızılay?da mutlaka durması gibi karagöz?de durak yaparlardı.
bu taksi dolmuşlar çok çok eskiydi muhtemelen bünyelerinde kamyon parçası bile barındırıyorlardı. yeni bir aracın olağanüstü pahalı olduğu bir dönemde bu normaldi diye düşünüyorum. 1965 yılında 1964 model bir volkswagen kaplumbağanın yüz bin bir mercedesin üç yüz bin liranın üstünde olduğunu hatırlatayım. bu paraların birincisiyle bir apatman dairesi, ikincisiyle o zamanların en gözde semti kolej tepede bir villa alınabilmekteydi.
saçaklı mahallesindeki yeni hal önünden kalkan dolmuşlar ise tam bir alemdi. halden mal alan esnafın malını taşıyan at arabaları (naylon arabalar) boş kalan yerlere de yolcu alırlardı. bu her zaman olmazdı. esas dolmuşlar bugün ülkemizde çok az görülen triportörlerdi. evet? otomobilin çok pahalı olmasına karşılık bu triportörler antep halkının çok sevdiği motosiklet fiyatınaydı. tek marka motoguzzi?ydi. bu markanın hala triportör ürettiğini duyunca şaşırmayın. dolmuş olarak kullanılışı şöyleydi: kasaya karşılıklı olarak iki sıra çakılmıştı. bu sıralara üçer kişi otururdu. yedinci kişi sırtı sürücü bölümüne denk gelecek şekilde küçük bir kürsüye oturur, yükler de ortadaki boşluğa istif edilirdi. bu bölümün üstü bir brandayla kaplıydı. elinde yük olmayan veya hatırlı müşteri de sürücünün yanına otururdu. sürücü önce paraları tahsil eder sonra yola koyulurdu.
benim hayal meyal anımsadığım bir diğer toplu taşım aracı da faytonlardı. şimdi örneklerini ancak turistik beldelerde gördüğünüz faytonlardan bir ara antep?te çokça varmış. ben bir kez bindiğimi hatırlıyorum. bunu anneme sordum, doğruladı, ancak o da ayrıntı veremedi. ama antepli hemşerilerim şehirlerinde bir zamanlar faytonla da dolaşıldığını bilsin diye buraya almak istedim.

tel mahmil

dolap antep dilinde mahmil olarak söylense de teldolap (bitişik yazılır) antepçenin en hasını konuşanlar arasında bile teldolap diye söylenirdi. daha doğrusu tel mahmil de söylenirdi ama teldolap daha çok söylenirdi.
sadece arkası tahta, kapak hariç üç yanı tahta ve tamamı telli olmak üzere muhtelif modelleri vardı. bu modellerin hemen hepsinin altında bir büyük ya da iki küçük çekmece olurdu. genellikle üç sabit bölmeye sahip olurlardı
buzdolabı antepe gelip yaygın olarak kullanılıncaya kadar soğutma işlemi hariç mutfakta buzdolabının yerini tutmuştur. yemeklerin kısa dönem saklanması işine yaradığı gibi (kışın uzun süre de saklanırdı), karınca gelmesi muhtemel şeker, reçel gibi yiyecekler, açıkta bırakıldığında kurtlanabilecek pirinç, özellikle bulgur türü şeyler burada saklanırdı. sabah kahvaltısı malzemeleri de genellikle en üst rafta yer bulurdu kendilerine.
geçen yıl ovuzeli'nde gittiğim bir köy evinde bu dolaplardan birinin durduğunu ve hala kullanıldığını görünce çocukluk arkadaşımı bulmuş gibi olmuştum.

portalin

portalin 1964 veya 1965 yılında çıkmıştır ilk kez. o güne kadar içilen tek milli içeceğimiz "başpınar gazozlarıydı". okul kantinlerinde onbeş kuruşa satılırdı. portalin yirmibeş kuruş olarak arzı endam etmişti. (sanırsam başpınar gazozu'nu üreten aynı firma üretiyordu)

antep lisesi

1933 yılında inşa edilmiş, türkiye'nin en eski okullarından biridir. bugünkü binası, 1963 yılında, bir yaz dönemi gibi kısa bir sürede bitirilmiştir. ön cepheden bakılınca sol tarafta kalan taş bina 1933'te ilk yapılan iki binadan birisi olup (bugün kullanılıp kullanılmadığını bilmiyorum) 1963'teki yıkımdan kurtulmuştur. bu bina pavyon binası olarak anılmaktaydı. ama bildiğimiz pavyon olarak almayın. neden böyle anıldığını da bilmiyorum bu arada. kuruluşundan itibaren bir erkek lisesi olarak hizmet veren antep lisesi, (sanırım yalnızca orta kısım için geçerli bu) 1964-1965 öğrenim yılında lisenin öğretmenlerinden "ezrail" asaf'ın (babam olur kendileri) gayretleriyle karma lise haline gelmiştir.
1960'lı yıllarda antep'te dört ya da beş lise vardı zaten: antep lisesi, atatürk lisesi, kız lisesi, imam hatip lisesi, körler okulu. bir de doğumevinini oralarda erkek sanat (zenaat olacak) enstitüsü vardı. özel kolej 1965 ya da 66'da kurulmuş olmalı. ama o yıllarda kimse ciddiye almazdı koleji ve kolejlileri.
antep lisesi, kuruluşundan itibaren çok ciddi bilim adamlarının yetişmesine ön ayak olmuştur. 1940'lı yıllarda mezun olan, ilk adını anımsayamadığım "kafadar" soyadlı bir bilim adamımız nasa'da çok ciddi bir projenin (yanlış anımsamıyorsam gemini projesinin) yöneticisiydi. antepli olmamasına rağmen antep lisesinin yetiştirdiği bir başka öğrenci, cafer özkul, bugün bir türk olarak ilk, fransa'da rouen üniversitesi'nin dekanlığını yapmaktadır.

kırkayak kahvesi

kırkayak kahvesi için bülent ağcabay'ın kitabından bir alıntı vermek istiyorum:
sevdalanmayı orada öğrenmiştik.
ılk tütünü de,
şarabın buruk tadını da,
nazım?ı da...
adam gibi oturup,
adam gibi söyleşmeyi,
meclisin ne olup,
ne olmadığını,
anlamıştık orada...

bir döneme damgasını vurmuş bir kuşağın, neredeyse oturmaktan çok ?yatıp kalktığı? bir mekan olan ?kırkayak kahvesi? yıkılıncaya kadar, belki çoğumuz için kentin diğer kahvehaneleri gibi sıradan bir yerdi.
zamanla, ünlü bir nargilesi, okkalı bir kahvesi, demli bir çayı için gelinecek bir yer olmaktan çıktıysa, sessiz sedasız her eskiyen, değerini kaybeden şey gibi, yok olup gitmeye de mahkum oldu... bir zaman sonra adı bile unutulacak, zihinlerden bile silinip gidecek... doğaldır da bu... nice kahveler yapıldı... nice kahveler yıkıldı !..
1960-70 yıllarında ilk gençliğini yaşayanlar için farklı bir yeri vardı bu kahvenin... bazen bir kütüphane, derssiz, zilsiz, öğretmensiz ikinci bir okul; bazen bir eğlence yeri, bazen de, acısıyla tatlısıyla anıların saklandığı yerdi...
kitabımda bu kuşağın birlikteliklerini, herkesin birazda birbiri için yaşadığını, çocukluktan gençliğe geçişteki saf ve gizemli duygularını, sevgilinin haberinin bile olmadığı platonik aşklarını, heyecanlarını, esprilerini, kazanım ve kayıplarını, kentin insancıl yüce töreleri ile ortamın tüm sıcaklığı ile bulup, o güzel dünü koklayacağınız umudundayım...
bu kitap, bir kahveyi, bir mekanı anlatmaktan çok, ?bir dönemin, bir kuşağın anlatımı ve bu da bir anlatımdan daha çok onları yaşamaktır.?
?68?liler? le ilgili çok şey konuşuldu, yazıldı... ama onların kimlikleri, kim oldukları, yorumların da ötesinde birebir yaşadıkları ve yaşattıkları da olsa gerek. onlar çileli bir kuşağın ?çile tarlası? olmuş, ama çilelerini, yokluklarını, acılarını gülerek, güldürerek gizlemiş; solcusuyla, sağcısıyla, devrimcisiyle, ülkücüsüyle çile tarlalarında ?umut çiçekleri? ni açtırmış, umut tarlalarına dönüştürmüşlerdir.
her eskiyen şey yerini yenisine bırakacak, ancak geride anılar kalacaktır... yıkılan, gaziantep?in bir dönemine damgasını vuran yapı idi. ancak, kırkayak başarılara hazırladığı zeminle ve anılarıyla yaşayacaktır...
kırkayak kahvesi kitabı, dönemi yaşayan müdavimlerin anlatımlarıyla oluştu. kahvenin renkli simalarından ercüment asaf yanıç kahvenin yıkılmasından sonra yaptığım röportajda anlattıkları beni oldukça etkilemişti. yanıç o yıllarda kahvenin yıkılmasıyla birlikte anılar yumağına gömülmüştü.
?..toprağı hayyam?ın da cem?in de kabirlerinden çok şarapla yıkanmış kırkayak?ta yok... abdi de yok... boyacı ökkeş?te... ali ıhsan hoca da, kara memik?de, kokulu zerdaliler de yok artık... gece bekçisi kemal, erik yemeye gelmeyecek artık gece yarısından sonra... şarapçı semih?te kayıp, semih?in takımı da... abdi?nin tahta dükkan darabaları hangi zemheri de, hangi mekanı ısıttı, yakılırken kimbilir...
şabanların zeki ağa?nın haphap tıkırtıları, müebbetlik dayı?nın sabah namazı dönüşü salavat mırıltıları kalmamış kırkayak sabahlarında...
çavuş ağa taze dem tutmuyor artık... ne uzun oğlan gözüküyor ortalarda, ne amerikan ökkeş, ne dayı hüseyin, ne de paşa... parasız, pulsuz şarap mezesi olabilecek ne turp var, nede turp tarlaları kalmış arka taraftaki bostanda.?
kırkayak kahvesi?nin unutulmaz tipleri ve sürekli müdavimleri vardı. bunlardan, macat hüseyin, kahvede en çok oturan ve oyun seyreden kişiydi. yağmurlu günlerde kahve kalabalık olurdu. böyle bir günde şemsiyeyle dışarıda bekleyip oturacak saatlerce yer beklemişti.
macat kahveden ayrılmayıp eve gitmediği için annesi ona dolma, simit aşı veya mercimekli aş getirirdi. kadıncağız oğlunun ?rızgının? kahveden kesilmesi için su afsunlatıp, kahvenin ortasına dökmüştü.
kırkayak kahvesi?nde oturan her kesin bir lakabı vardır. müdavimler aradan kırk yıl geçmesine rağmen halen lakaplarıyla sesleniyor. ısterseniz kahvenin renkli tiplerinden süleyman hortoğlu?nun lakabını kendi anlatımıyla sizlere anlatayım.
?..gaziantep lisesi yıllarımda öğretmenimiz bize fiziki ve ruhsal yapımızı anlatan biyografyamızı yazmamızı istemişti. bende aynada şöyle kendime alıcı bir gözle baktım ve kendimi o yıllarda cinganlara benzetmiştim. hani cinganlar güneşte çok dolaştıkları için esmerin bir kaç ton daha koyusu olurlar ya, ben de biraz esmer olduğum için kendimi cinganlara benzettim ve yazımın başlığını ?cingan sülo? koymuştum. benim yazım öğretmenimizin dikkatini çekmiş ve daha sonra okumamı istemişti. sesli olarak sınıfta cingan sülo?nun fiziki ve ruhsal yapısını okudum. o günden sonra arkadaşlarım bana süleyman değil, ?cingan sülo? demişlerdi.
kitabımda dönemin sosyal ve kültürel yapısını anlatmaya çalıştım. o yıllarda yaşanan olaylar ve kırkayak gençliğinin olaylara yaklaşımı dönemi yaşayanların ağzından anlatmakla farklı bir boyut kazandı. kahvenin müdavimlerinden samet bayrak o yılları anlatırken, türkiye?de ilk boykotu şöyle anlatıyor:
?..1967 yılı?nda çok büyük bir kar yağdı. o yıllarda belediye otobüsleri dahi sefer yapamaz olmuştu. hatta evlerimizden sokağa çıkmak için tünel kazmıştık. yürüyerek gaziantep lisesi?ne geldik ve kaloriferlerin yanmadığını gördük. müdürümüz şerafettin mertoğlu idi. okul müdürümüz her türlü şartlarda eğitimin devam edeceğini ifade eden bir konuşma yapmıştı. ama hava gerçekten soğuk ve çoğumuzun paltosu yoktu. ıyi koşullarda eğitim yapılması ve kaloriferlerin biran önce tamir edilip, ondan sonra eğitime devam edilmesi için türkiye?de liseler arasında boykot ilk defa gaziantep lisesi?nde yapıldı. eylemimin sonuç verdi ve bir süre sonra kaloriferler yapıldı ve eğitime devam edildi.?
dönemin gençliği hakkını arıyor, okuyor, sanata ve kültüre kentin imkanları ölçüsünde katılıyordu.
kırkayak kahvesi?nin yıkılması kahvenin müdavimlerini derinden etkilemişti. müdavimlerden yaşar bal, kahvenin yıkılmasından sonra, ?..prag?da nazım hikmet?in oturup, mektup yazdığı, kahve içtiği yer, fransa?da leydi diana?nın kaza geçirdiği tünel, rus çarı deli petro?nun çek cumhuriyeti?nde kaldığı dükkan kente gelen turistlere seyahat acenteleri tarafından belli bir bedel karşılığı gezdiriliyor. bu alanlar aynı zamanda ülkenin turizm girdisine büyük katkı sağlıyor.
türkiye?de değil, dünyada bir kahvehane düşünün ki, müdavimleri kentin ve ülkenin hizmetine bu kadar büyük katkı sağlasın. farklı bir kültür, farklı bir anlayışla işletilen bu mekan aradan geçen 40 yıl sonra dershane ya da etüt merkezleriyle yapılmak istenileni uzun yıllar önce gerçekleştirdi. kırkayak kahvesi müdavimleri olarak, minyatür, birkaç metrekare alan içerisine kırkayak kahvesi?nin yaptırılmasını istiyoruz. kente, sosyal ve kültürel alanda katkı vermesi gereken belediyenin, bir dönem gençliğinin yaşamında çok büyük etkisi olan bu mekanı tekrar canlandırması gerekir diye düşünüyoruz.?
tüm çalışmalarımda bana her düzeyde destek vererek en önemlisi, suyun kaynağına inerek o kuşağın tarafımca anlaşılmasını sağlayan, anılarıyla, anlatılarıyla, yazılarıyla çalışmanın kitaplaşmasını sağlayan hiç kuşkusuz ?tüm kırkayaklılar? dır.
kitabın önsözünü hazırlayan yargıtay onursal başkanı mehmet uygun?a, gazeteci yazar ülkü tamer?e, devlet sanatçısı dilek türker?e, gazeteci yazar tamer abuşoğlu ile kitabın son sözünü söyleyen siyaset bilimci-yazar, prof. dr. toktamış ateş?e ve şükran borçluyum.
kitabın önsözünü yargıtay onursal başkanı mehmet uygun yazdı.
kitabın son sözünü 68?li kuşağın unutulmaz örgütlenmelerinden fkf (fikir kulüpleri federasyonu)?nin önde gelen ve önder ismi prof. dr. toktamış ateş söyledi.

kırkayak kahvesi

bu kahvehane, yukarıda verdiğim yazıda anılan antep lisesi müdürü şerafettin mertoğlu'nun tabiriyle "kırkayak müessesesi"ydi. bir diğer işlevi de karnesinde kırık not olan öğrenciler, bu müesseseden 1 ira karşılığında, mührü imzaları tamam kırıksız karne götürürlerdi evlerine. böylece sömestr sonunda yenecek olan dayak bir sömestr ertelenmiş olurdu.
Henüz takip ettiği biri yok.
Henüz takip eden biri yok.
izmir escort gaziantep escort kayseri escort maltepe escort denizli escort bursa escort gaziantep escort mecidiyeköy escort beylikdüzü escort marmaris escort beylikdüzü escort esenyurt escort beşiktaş escort bodrum escort sakarya escort