mıksıçtı
mıh çivi demektir. bunu bilen birine mıhsıçtı sözcüğünün ne anlama geldiği aşikardır aslında; çok cimri. mıhrızdan daha cimri kişiler için söylenir.
guş barmaa
beş numaralı entri'ye bir ek yapayım isterim. çocukların kuş parmaklarının birbirine takarak küsmesi sanırım sadece antep'e mahsus bir adet.
ankara'da işaret parmağı orta parmağın üstüne konulur ve küsülecek çocuktan bozması istenir. karadeniz kıyısında da böyledir. (samsun, ordu ve giresun) ıstanbul'da da böyle olduğunu filmlerden görmüştük. antep'ten gayri yerlerde yaşayan anteplilerin küçük bir gözlemi, soruşturması gerekmektedir.
dayi ahmet aga
ılk ilkokulum. dayahmetaa ilkokulu. sadece ilk sömestr gitmiş, evimiz taşındığı için ikinci sömestr akyol ilkokuluna geçmek zorunda kalmıştım. yerini tam olarak hatırlamıyorum, istasyon caddesi üzerinde bir yerdi herhalde. avlusunu hatırlıyorum, dört yanı dersliklerle çevrili, başöretmen ve öretmen odalarının önündekarşısında "türküm doruum" okuduğumuz atatürk büstü olan taş bir avluydu. okuduğum sınıf hemen hemen kare biçimindeydi ve üst taraf açık sarı, alt taraf kiremit kırmızısı boyalıydı. çok şey değişmiştir, şimdi okul yerinde midir onu bile bilmiyorum. ama bu kez geldiğimde ziyaret edeceğim yerinde duruyorsa.
dosda dusmana topal osmana garsi
bu tekerlemedeki topal osman atatürk'ün fedailiğini de yapmış olan giresunlu topal osmandır. her ne kadar bir savaş kahramanı diye lanse edilse de şimdilerde, kendisi aslında azılı bir katildir. karadeniz yöresindeki rumlara karşı savaşmış, görünüşte karadeniz bölgesini rumlardan temizlemek, rumların yaptıklarının öcünü almak için çabalamıştır. ancak öldürdüğü, diri diri yaktığı rumların mallarını kendi üstüne geçirmekte hiç bir sakınca görmemiştir. silahını sadece rumlara değil anadolu halkına da çevirmiş, kendisinin yoluna çıkacağını düşündüğü herkesi katletmiştir.
en sonunda trabzon milletvekili ali şükrü'yü boğarak öldürmüş, bu cinayetten dolayı da devlet kuvvetleriyle çatışarak öldürülmüştür. kafası kesilmiş ve başsız cesedi meclis önünde bir hafta baş aşağı asılı bırakılmıştır. biz bu tür ölüme "it ölümü" demekteyiz
gaymak ekmeği
diğer entrilere bakınca kaymak ekmeğinin de ticarileşmiş olduğunu görüyorum.
antep'te sanayi çok gelişmemiş, bugünün dev tekstil makinalarının ortada olmadığı günler... zanaatkarlar bir iki halfe, üç beş şeertle düvenlerini çalıştırdığı günler. antebin kilim tüccarlarının kilimlerini sırtlayıp şehir şehir dolaştığı günler.
bu günlerde çok iyi bir kilim ustası olan amcam bir gün bana "usta düvenini üstüne gün doğmadan önce açıcı. usta halfesinden sonra gelmeli deel" diye öğüt vermişti. çoğu zanaatkar da bu öğüde aynen uyardı. (antep'i antep yapan şeylerden biri işte bu, artık çoğu toprak olmuş zanaatkarlardır. bu öğüdü asla unutmadım. otuz yıllık meslek hayatımda, istisna günler dışında ilk gelen hep ben olurum.
ışte bu erkenci ustalara ve sadece bu ustalara pişirilen bir sabah kahvaltısıydı kaymak ekmeği, ya da o günlerin daha doğru deyişiyle süt ekmeği. bir fincan tabağından azıcık büyük, ortasına parmak batırılmış, hamurla pişmiş arası kıvamda, üzerinde asla kahverengi leke olmayacak bir ekmek türüydü. sabah saat beşle altı arasında, hadi ısrar etmeyin yediye kadar yediniz yediniz, yoksa bulamazdınız.
tatlıcı bu ekmeği alır, üzeri bir parmak kaymak dolu sütün üstüne koyar, az biraz bekler sonra spatulayla alarak tabağa koyardı. yeteri kadar kaymak emmiş ekmeğin üzerine bal gezdirilir, fıstık tozu dökülür ve öyle servis yapılırdı.
bir tatlıcı dükkanının bir sabahta on veya on beş ekmek yapabildiğini söylemişlerdi ki ekmeğin değerini düşünün.
bugün, ticari boyutta yapılıyorsa, kimsenin günahını almayayım, yapay kaymak kullanılmasından şüphelenirim
domalan
yeraltında yetişen bir mantar türü. yılda bir kez ya çıkar ya çıkmaz, altın pahasıdır.
salça çıharmak
ben domates salçası nasıl çıkarılır onu anlatacağım. ama önce ankara gölbaşı?lılar nasıl çıkartır onu anlatayım isterim:
domates olarak et miktarı çok, çekirdeği az olan armuda benzer tür domates seçilir. ıyice yıkanan domatesler dörde bölünüp sentetik liften yapılan bir şeker çuvalına doldurulur. çuval, salçayı dışarıda yapıyorsanız bir ağacın dalına, evde yapıyorsanız musluğa, balkon duvarına çaktığınız sağlam bir demire asılarak suyunu sızdırmaya bırakılır. burada sızan su kırmızı renkli domates suyu değil içine azıcık süt katılmış suya benzer bir sudur. ıçilebilir olduğunu da söyleyeyim. bu şekilde bir gün bekletilen domates daha sonra ezilerek yeterli miktarda tuzla karıştırılır ve önce hızlı, sonra yavaş ateşte bir sekiz saat (dibi tutmayacak şekilde) kaynatılır. sonuçta elde edilen kırmızı macuna salça denilir. bir fiyat analizi yapıldığında değişik markalar altında satılan, türkçe olarak salça yazılan, yabancı dil yazımlarında ise daha dürüst davranıp tomato paste (domates macunu) diye yazılan market mallarının daha ekonomik olduğuna karar verilir.
antep?te usul daha farklıydı. önce yerli mal domates kullanılırdı. bunların her biri yeni doğmuş bebek kafası büyüklüğünde, kıpkırmızı, kendinden dilimli domateslerdi. elinize alıp da dilimler boyu kırdığınız zaman daha yemeden önce burnunuza ulaşan rayihası sizi mest ederdi. bu domatesin suyunun lekesi de öyle kolay çıkmazdı.
ışte bu domatesler kullanılırdı salça yapımında. salça zamanı domatesin fiyatını da vereyim, bir keresinde bir kilo domatesi dört (4) kuruşa almıştık. en küçük para beş kuruştu, o kadar da eski değiliz canım.
salça hazırlığı birkaç gün önceden yapılırdı. salça kazanları dışında büyük tencereler (kalaylı bakır olacak, alüminyum ve çelik tencere gavur icadıdır zati), ilistirler falan hep hazırlanırdı.
domatesler yıkandıktan sonra dilimlenir ve ince delikli ilistirlere (bkz:
ilistir)doldurulurdu. sonra herkes, irice çocuklar da dahil olmak üzere sırayla ilistirlerin başına çöreklenir ve domatesleri ezmeye başlardı. domates iyice ezilip ilistir üstünde sadece posa ve çekirdek kalınca ilistirin altındaki kap alınır ve içindeki saf domates suyu kaynama kazanına dökülürdü. (bazı yerlerde kadınların domatesleri ayaklarıyla ezdiği de söylenir ama ben hiç görmedim) kaynatma işlemi odun ateşinde olabildiği gibi gazocağında da yapılırdı ve kazandaki domates suyu şimdinin market malı salçaları kıvamına gelinceye dek sürdürülürdü. ışlemin yapıldığı hayat, hayatın ait olduğu evin her bir odası ,evin önündeki yol, diğer evler de salça çıkarıyorsa tüm mahalle insana yaşam sevinci veren, evet biz yaşıyoruz dedirten bir kokuyla dolardı.
bir müddet soğumaya bırakılan domates macunu daha sonra damlara çıkarılır veya hayatlarda, çocukların girmemesi için önlem alınmış alanlara konulmuş büyük sinilere dökülür ve çoğu yerde üstüne geniş tülbentler serilirdi. bu şekilde salçanın güneşi emmesi, güneşin özünü içine çekmesi sağlanırdı. bu şekilde uzunca bir süre bekleyen salça tüm suyunu kaybeder, kararır ve kururdu. bu salçanın rengini tarif etmeye pek olanak yok, kara desen değil, kırmızı desen değil, ikisinin karması, ışığın geldiği yöne göre kah koyu kırmızı, kah siyah. yemeğe bir yemek kaşığının yarısı kadar anca atılır bu salçadan, yeter. market malı gibi iki kaşık üç kaşık koymaya alışkın birini şaşkınlığa sürükleyerek yeter.
son bir nokta, ilistirdeki posa da atılmaz. tuzlanır, yoğrulur ve köfte yumağı gibi sıkılarak kurumaya bırakılır. kışın pişecek maş çorbasına, sebze çorbasına katılır bu yumaklar ve domatesi yazın bilen insanlara yazı getirmiş olur.
teberik
teberik, ölen birinden kalan tüm eşyalara denir. para ve benzeri menkul ile her tür gayrimenkul bunların dışındadır. örneğin radyo (bir zamanlar çok değerli bir ev eşyasıydı), saat (keza o da öyle), dolmakalem, antika eşya. bu minvalde her şey teberik sayılırdı. değerli bir eşya olmasına gerek yoktur gerçekte, anı değeri taşıması yeterlidir.
soyha (bkz:
soyha)(soyka) ise ölünün giysileridir. şimdi nasıl bir uygulama var bilmiyorum, ama bir zamanlar ölü birinin giysilerini aile bireylerinden birinin giymesinin iyi olmadığına inanılırdı. bu nedenle tüm bu giysiler (ayakkabı, terlik dahil) ölünün hayrına fakire verilirdi.
pesvente
açıkçası bu antepçe sözcüğü hiç bilmiyordum.
okurken aklıma "pestenkerani" sözcüğü düşüverdi birden. pestenkerani sözcüğü de "uyduruk-kaydırık", "anlamsız, saçma" anlamına gelir. bugünün türkçesinde bu sözcüğün tam karşılığı yok aslında. "pastan" sözcüğü de kötü anlamına geliyor farsça.
şimdi cümlemizi yeni baştan kuruyoruz :
"yav böyle pestenkerani malları alıp nedicin bilemeym"
ya da antepçemizle
"yav böyle pesvente malları alıp nedicin bilemeym - (kececimamet)"
çok yaşa sen antepçe
tudya
sözcüğün aslı "tutya"dır. gerçek sözcük ise tutiya olup arapçadır. çinko anlamına gelir. tutiya antepliye zor geldiğinden tudya deyip geçmiştir.
bilindiği gibi sac (demir) aksamı paslanmadan korumanın en emin yolu galvanizlemektir. bu işlem sırasında demir üzerine sıcak veya soğuk olarak çinko kaplanır. çinko kaplı sac artık evladiyelik olmuştur. ondüle edilmiş galvanizli sac damlara, baraka duvarlarına paslanma endişesi olmadan rahatça serilir. bir zamanlar abdeshane maşrabaları, ibrikleri de bu böyle saclardan yapılırdı. bu saclara da tudya denilebilir, ama esas olarak saf çinkoya tutya derdik biz:
küçükken bir rakı gannesinin içine zacyağı (sülfirik asit) doldurur, içine de küçük parçalar halinde tutya atardık. zacyağı fokurdamaya başlamadan önce de gannenin ağzına balon takar şişirirdik. böylece miskilim bir uçan balonumuz olurdu.
(zacyağı tutya işini denemeyin. elinizin akdeni yoksa ganneyi patlatır, yanarsıız. aman deym)
antep simidi ile disarili simidi arasindaki farklar
çiğ köfte, malhıtalı köfte (pardon mercimekli köfte olacaktı) meşhur olup türkiye'nin her yerinde yenilir hale gelince simit talebi de arttı doğal olarak. bakliyat satan pek çok firma ürün çeşitlerinin arasına simidi de (pardon ince bulgur olacaktı) kattılar, bir yirmi, yirmi beş senedir.
eh iş ince bulgur olunca çiğ köfte de olur, mercimekli köfte de. (yağlı köfteyi saymıyorum, dışarıda has sadeyağ bulunmuyor)
olur mu gerçekten diye soruyorsanız, olur, ama bazı farklılıklarla. ışte bu farklılıklardan bazıları ve diğer halfelerin de katkılarını rica ediyorum bu arada. (adil olmak için kara simidi devre dışı bıraktım)
1. antep simidinden çiğ köfte yapılır, dışarılı simidinden etli lapa yapılır.
2. antep simidinden yağlı köfte yapılır, dışarılı simidinden yapılmaz, dışarılı yağlı köfteyi bilmez.
3. antep simidinden malhıtalı köfte yapılır, dışarılı simdinden mercimekli lapa yapılır.
4. antep simidinden yapılmış çiğ köfteden yuvalama yapılır, dışarılı simidinden yapılmış etli lapadan yuvalama yapılmaz, çünkü dışarılı yuvalamanın ne olduğunu bilmez.
5. antep simidinden çıtır çıtır içli köfte yapılır, dışarılı simidinden yapılanı ekmek arası köfteye benzer.
6. antep simidinden simit aşı yapılır, aynı şeyi dışarılı simidiylen yaparsanız un çorbası elde edersiniz.
7. antep simidi güzel kokar, dışarılı simidini koklayamazsınız, burnunuza kaçar.
8. antep simidini sadece antepten alabilirsiniz, dışarılı simidi her markette bulunur.
benim aklıma bir kalemde gelenler bunlar, gerisi de diğer halfelere bırakıyorum.
alleben deresi
alleben deresine boklu dere diyenler ankara?nın tam ortasından geçen, bir rivayete göre adı ankara çayı, bir diğerine göre de çubuk çayı denen dereyi görmemişler demektir. üstelik ikisini de aynı zaman dilimleri içinde değerlendiriyorum, örneğin 1970 yılına. pek çok yerde üstü örtülmüş olmasına rağmen bu dereden gelen koku ve kirlilik yanında, alleben?in en kirli olduğu tabakhane bölgesinin suyu içme suyu gibi kalır(dı).
alleben deresi?nin genişliği, şehir içinden geçtiği bölümler düşünüldüğünde iki metreyi geçmezdi. yer yer bir metreye de düşer, bu bölgelerde de derinliği artardı. şöyle diyelim, yetişkin bir insan karşıdan karşıya atlayabilirdi.
fidanlıktan başlayıp çınarlı cami?nin önüne kadar gelen derede, küçük çocukların ?çimeceği? kadar derin bölgeler vardı. tam çınarlı cami?nin önüne geldiğinde küçük bir bent konulmuştu kim bilir hangi zamanda. bendin arkasında küçük çaplı bir ?baraj gölü? bile oluşmuştu. bu göl, yaz günlerinde, utanmaz(!) bazı çocukların havuzuydu. yüzerlerdi yani. o günlerde mayo denilen şey pek bilinmediğinden, penye don yerine de amerikan bezi ya da patiskadan don kullanıldığından havuza donlarıyla giren çocuklar dışarı çıktıklarında mal-mülk ortada olurdu, utanmazlık ondan yani?
bu bentteki iki veya üç oluktan aşağıya su bırakılırdı. suyun miktarı bugün tahayyül edebileceğinizden daha fazla olduğundan su bendin üzerinden de aşar yoluna devam ederdi. bu bentten çınarlı caminin arkalarına doğru uzanan bostanlara tabi akışla su çekilirdi. bu bostanlarda, anteplinin bir oturuşta bir horoz büyüklüğünde olanını yediği marul yetişirdi. bentten çekilen su fazla olmadığından dolayı bendin önünden akan su, yoluna devam eder, bu kez de önümüze emirgan aile çay bahçesi önünde çıkar, babamın bir süre müdürlüğünü yaptığı antep çocuk esirgeme kurumu?nun önünden geçerek tabakhane?ye doğru akardı. emirgan?ın önünden başlayarak dere her iki yanında örülü yedi sekiz metrelik duvarlar arasındaki bir yatakta akardı. kirlenme de buradan az öncesinden başlayarak tabakhane?ye kadar devam eder, tabakhane?de zirve yapardı. bunun nedeni antep?in lağım sularının bir bölümünün emirgan?ın az aşağısında dereye verilmesiydi. tabakhaneyi hiç söylemeyeyim, hem tabakçıların (debbağ) suları, hem de kilimcilerin boyalı suları burada dereye boşalırdı. kokuyu tarif edeyim; sanki bir koyun sürüsünün içinde gibi hissederdiniz kendinizi; tahammül edilebilir bir kokuydu. ıtiraf edeyim, bazen özlediğimi düşünüyorum.
çınarlı cami?den öncesine gelince su enikonu temizdi. bu bölgeye boklu akar demek hakaret olur. kavaklık?ta, bugün baro'nun yerinin biraz aşağısında, derenin en dar yerinde kilis?ten motorla gelmiş bir adamın susuzluğunu gidermek için dereden avuç avuç içtiğini biliyorum. belki midesizdi(!), ama en azından içilemez derecede kirli olmadığının da delilidir. gene aynı bölgede, zaman zaman boyu otuz kırk santim olan balık yakalandığını da bilirim. küçük, parmak kadar balıklar ve iribaşlarsa sıradan görüntülerdi. dere boyu sıralanmış kurbağaların şarkıları da öyle. biliriz ki, balıklar pis suda yaşamaz.
yazının başında ?fidanlık?tan başlayan? diye bir ibare kullandım, tabi dere fidanlık?tan başlamazdı. fidanlık şimdiki haline göre epeyce büyük tel örgü çevrili bir yerdi, dere fidanlık içinden geçerdi. (ya da kenarında kurulmuştu) fidanlık da bu derenin suyunu kullanırdı.
kardeşim, ben ve birkaç arkadaş, bir gün fidanlık?tan yukarı dere boyu yürümüştük. ıki, üç saatlik bir yürüyüştü bu. ben daha önce planladığım üzere yanımda büyük bir tencere taşıyordum. dere boyunca dizili böğürtlenlerden reçellik toplayacaktım.
öyle de yaptım. hem yedik, ellerimiz kollarımız yara bere içinde kaldı, böğürtlen öyle kolay vermez meyvesini, hem de tencereyi yarıya kadar doldurdum.
evet, dere boyunda, sık çalılar halinde böğürtlen de yetişiyordu bir zamanlar. hem de çınarlı cami?nin oraya kadar her yerde. baldıranlar da, ilkbahar başından eylül sonuna kadar binbir renk çiçek açan yabani otlar da.
sonra 1971 yılı geldi, büyük bir kuraklık oldu, o kuraklıkta, derenin üst başında oturan köylüler dereyi sulama amaçlı kullandı. dere hemen hemen kurudu. şimdi bir sızıntıysa alleben, o günlerde küstüğündendir.
teberik
hediye anlamına da kullanılır.
kahke
evimin yanındaki markete gittiğimde kuruyemiş reyonunda "kahke" sattıklarını gördüm. plastik kapların içine doldurmuşlar bir kilo kadarını satıyorlar. bu kez hayret etmedim. çünkü hayret hakkımı, iki yıl önce antepli bir arkadaşın "sen seversin, gurbet eldesin" diye teberik olarak getirdiği kahkeleri gördüğümde kullanmıştım.
her iki kahke de ankara'da, istanbul'da pastanelerde satılan susamlı (küncülü) tuzlu çubuklarla öz olarak aynıydı.
ıtiraz hakkımı kullanıyorum.
kahke veya gerçek adıyla kaake en dişsiz adamın bile rahatlıkla yiyebileceği kadar yumuşaktır bir kere. azami çapı on santim kadar bir simit düşünün ve simitin iç çapı da bir parmak kadar olsun. kalınlığı da gene azami üç santim kadar olur. aslında kaake hamuru dikdörtgen biçimindeki kara tepsiye yan yana konulur. her bir kaake hamurunun ortasına parmak sokulur. öylece pişirilir. hamur şişince yanyana duran hamurlar birbirine hafifçe yapışır. fırından çıkınca sıcakken üstüne sadeyağ sürülür. sonra tepsinin üstü kahke beziyle kapatılır.
kaakenin altı, yanları has un beyazlığında, üstü ise yağıyla birlikte (koyu) kahverengi olur. bu haliyle kaake biraz ankara'nın, istanbul'un poğaçasına benzer. ama kullanılan undan olsa gerek daha tok, daha doyurucudur.
kaake az biraz soğuyunca satılır. simitçiler daha doğrusu kaakeciler bunları tablalarına koyar ve "simit var taaze taaze kaake var, kaaakeci" diyerek satarlar.
(not : simit antep işi değildir, ithaldir. kaake, ülkemizde sadece antep'e özgüdür.)
arazoz
ıki yıl kadar önce urfa'da halen çalıştığını görmüştüm, ama sanırım artık antep'te yok.
arazöz aslında bir itfaiye kamyonu. bu kamyonun önünde her iki yana doğru üç ya da dört tane vana olur. ıtfaiye kamyonu yürürken bu vanaları açar ve bu vanalardan orta basınçta su fışkırır. tozlu cadde ve sokaklarda vanaları açık yürüyen arazözler tozları bir nebze olsun yatıştırır.
bu arazözlerden eskiden antep'te de vardı. tozları yatıştırma amacının dışında bir de serinlik vermek amacıyla kullanılırdı bu arazözler. yaz ayları, akşama doğru saat dört beş arası bu arazözlerden ikisi üçü farklı caddelerde dolaşmaya çıkarak caddeleri sulardı. o saatlerde sıcaktan pişmiş, uyuşmuş olan esnafa bu suyun getirdiği serinlik bir şevk verirdi. arazözler esas olarak çocukların sevgilisiydi. her arazözün yanı sıra koşan, fışkıran sudan ıslanan onlarca çocuk olurdu.
dediğim gibi sanırım artık antep'te yok, ama urfa'da var. ama urfa'nın çocukları arazözün peşi sıra koşturmuyorlar
antepspor galatasaray futbol maci
gaziantepspor kurulmadan biraz önce, daha kulis çalışmaları yapılırken bir antep karması kurulmuştu. bu karma takımla galatasaray arasında bir maç düzenlenmişti.
maç kamil ocak stadının yerinde bulunan eski antep stadında yapılmıştı ve o zamanlar antep'te dinlenen tek radyo olan (diğer radyo istasyonları da dinlenirdi ama güçlükle) antep il radyosundan naklen yayınlanmıştı. maçı naklen anlatan gaziantep lisesi müdürlüğünden radyo müdürlüğüne geçen edebiyat öğretmeni adil dai'ydi. galatasaray oyuncusu talat özkarslı ilk yarı galatasarayda, ikinci yarı antep karmasında oynamış, maçı galatasaray 8-1 kazanmıştı. büyük futbolcu metin oktay da bu maçta oynamıştı.
nacarlatmak
x - acı mı yoorum biber? mademiz hasta da.
y- acı deel acı deel. yiyin.
(x biberi yer. biber çok acıdır)
x- yoorum sen ağzinin tavanını nacarlatıksın ellaam. mademiz haraba olucu...
zılgıt çekmek
bir de azarlamak, fırça atmak anlamı vardır bunun. müdür memura zılgıt çeker örneğin. memur da zılgıtı yer
ev ekmegi
hamuru çok sert olur bunun. sumsuklaya sumsuklaya yorgulur. bilek gerekir. kuruduğu zaman bile kıtır kıtır yimesi yeen hoştur.
açma ekmek
buna yahudi ekmeği de derlerdi. şimdi yahudilerin hıristiyan paskalyasından on gün kadar sonra kutladıkları bir bayram vardır, hamursuz bayram derler. bu bayramda yahudiler mayasız ekmek yerler. tuzsuz, bembeyaz, yavan, katır kutur bir ekmektir. bu açma ekmek (sadece) görüntü olarak bu ekmeğe benzediğinden dolayı açma ekmeğe yahudi ekmeği denirdi.
(bu arada antepteki son yahudiler, 1967 arap israil savaşından sonra şehrimizi terketmişlerdir. ortaokulda benden bir sınıf önde olan (ablamın sınıfında) ibrahim arkadaş ve 1-a sınıfında okuyan kız kardeşi raşel arkadaşı hayırla yadediyorum)