babamın yanında cıraklık yaparken(yaklasık on bes yıl once, kalealtı civarında), neredeyse her aksam, kayıklı motora binmis bir kac kisi tarafından, motor hareket halindeyken, yaklasık yirmi metrede bir, icine bir koyun 'kelle'si atıldıgını gordugum dere.
bu insanlar buyuk olasılıkla kacak kesim yapan kasaplardı.
alleben deresine boklu dere diyenler ankara?nın tam ortasından geçen, bir rivayete göre adı ankara çayı, bir diğerine göre de çubuk çayı denen dereyi görmemişler demektir. üstelik ikisini de aynı zaman dilimleri içinde değerlendiriyorum, örneğin 1970 yılına. pek çok yerde üstü örtülmüş olmasına rağmen bu dereden gelen koku ve kirlilik yanında, alleben?in en kirli olduğu tabakhane bölgesinin suyu içme suyu gibi kalır(dı).
alleben deresi?nin genişliği, şehir içinden geçtiği bölümler düşünüldüğünde iki metreyi geçmezdi. yer yer bir metreye de düşer, bu bölgelerde de derinliği artardı. şöyle diyelim, yetişkin bir insan karşıdan karşıya atlayabilirdi.
fidanlıktan başlayıp çınarlı cami?nin önüne kadar gelen derede, küçük çocukların ?çimeceği? kadar derin bölgeler vardı. tam çınarlı cami?nin önüne geldiğinde küçük bir bent konulmuştu kim bilir hangi zamanda. bendin arkasında küçük çaplı bir ?baraj gölü? bile oluşmuştu. bu göl, yaz günlerinde, utanmaz(!) bazı çocukların havuzuydu. yüzerlerdi yani. o günlerde mayo denilen şey pek bilinmediğinden, penye don yerine de amerikan bezi ya da patiskadan don kullanıldığından havuza donlarıyla giren çocuklar dışarı çıktıklarında mal-mülk ortada olurdu, utanmazlık ondan yani?
bu bentteki iki veya üç oluktan aşağıya su bırakılırdı. suyun miktarı bugün tahayyül edebileceğinizden daha fazla olduğundan su bendin üzerinden de aşar yoluna devam ederdi. bu bentten çınarlı caminin arkalarına doğru uzanan bostanlara tabi akışla su çekilirdi. bu bostanlarda, anteplinin bir oturuşta bir horoz büyüklüğünde olanını yediği marul yetişirdi. bentten çekilen su fazla olmadığından dolayı bendin önünden akan su, yoluna devam eder, bu kez de önümüze emirgan aile çay bahçesi önünde çıkar, babamın bir süre müdürlüğünü yaptığı antep çocuk esirgeme kurumu?nun önünden geçerek tabakhane?ye doğru akardı. emirgan?ın önünden başlayarak dere her iki yanında örülü yedi sekiz metrelik duvarlar arasındaki bir yatakta akardı. kirlenme de buradan az öncesinden başlayarak tabakhane?ye kadar devam eder, tabakhane?de zirve yapardı. bunun nedeni antep?in lağım sularının bir bölümünün emirgan?ın az aşağısında dereye verilmesiydi. tabakhaneyi hiç söylemeyeyim, hem tabakçıların (debbağ) suları, hem de kilimcilerin boyalı suları burada dereye boşalırdı. kokuyu tarif edeyim; sanki bir koyun sürüsünün içinde gibi hissederdiniz kendinizi; tahammül edilebilir bir kokuydu. ıtiraf edeyim, bazen özlediğimi düşünüyorum.
çınarlı cami?den öncesine gelince su enikonu temizdi. bu bölgeye boklu akar demek hakaret olur. kavaklık?ta, bugün baro'nun yerinin biraz aşağısında, derenin en dar yerinde kilis?ten motorla gelmiş bir adamın susuzluğunu gidermek için dereden avuç avuç içtiğini biliyorum. belki midesizdi(!), ama en azından içilemez derecede kirli olmadığının da delilidir. gene aynı bölgede, zaman zaman boyu otuz kırk santim olan balık yakalandığını da bilirim. küçük, parmak kadar balıklar ve iribaşlarsa sıradan görüntülerdi. dere boyu sıralanmış kurbağaların şarkıları da öyle. biliriz ki, balıklar pis suda yaşamaz.
yazının başında ?fidanlık?tan başlayan? diye bir ibare kullandım, tabi dere fidanlık?tan başlamazdı. fidanlık şimdiki haline göre epeyce büyük tel örgü çevrili bir yerdi, dere fidanlık içinden geçerdi. (ya da kenarında kurulmuştu) fidanlık da bu derenin suyunu kullanırdı.
kardeşim, ben ve birkaç arkadaş, bir gün fidanlık?tan yukarı dere boyu yürümüştük. ıki, üç saatlik bir yürüyüştü bu. ben daha önce planladığım üzere yanımda büyük bir tencere taşıyordum. dere boyunca dizili böğürtlenlerden reçellik toplayacaktım.
öyle de yaptım. hem yedik, ellerimiz kollarımız yara bere içinde kaldı, böğürtlen öyle kolay vermez meyvesini, hem de tencereyi yarıya kadar doldurdum.
evet, dere boyunda, sık çalılar halinde böğürtlen de yetişiyordu bir zamanlar. hem de çınarlı cami?nin oraya kadar her yerde. baldıranlar da, ilkbahar başından eylül sonuna kadar binbir renk çiçek açan yabani otlar da.
sonra 1971 yılı geldi, büyük bir kuraklık oldu, o kuraklıkta, derenin üst başında oturan köylüler dereyi sulama amaçlı kullandı. dere hemen hemen kurudu. şimdi bir sızıntıysa alleben, o günlerde küstüğündendir.
arapça leben kelimesinden girmiş olabilir. bu kelimenin başına lamı tarif denilen belirlilik takısı "el-" getirilerek "el-leben" şeklinde olmuş olur. bu da istimalde alleben'e dönüşmüş olabilir. (arapçada "el-" ıngilizcede "the" ne iş görüyorsa o işe yarar...) yani bu takdirde milk, the milk gibi bi şey olmuş oluyor...
bu arada leben deyince hatirem geldi...
arapça öğrenirken malum bizim millet evvela küfrünü ve o dilin gereksizliklerini öğrenir. çocuk aklı biz de yenilere çaylaklara az birraz bi şeyler öğrenince derdik:
- tercüme et bakiym: süt lezzetlidir
- el-lebenu lezizun
- ney?
- el-lebenu lezizun
- olum sen hastamısın?
- el-lebenu lezizun... işteeee
bu sırada arkadan birisi poposunu eller
- hööööyyttt
- ne var lan sabahdan beri "ellebeni lezizim" diyen sen değil miydin burada?!?
- haaaa!
- haaaa, yaaaa!